Lalenin Tarihsel Gelişim Süreci

  1. Ana Sayfa
  2. Lalenin Tarihsel Gelişim Süreci

Romalılar ve Bizanslar döneminde lale tanınmıyordu. Bu döneme ait paralar, abideler ve eşyalar üzerinde hiçbir lale motifinin bulunamamıştır.

Lale, Orta Asya’dan Batıya göç eden kavimlerin beraberinde getirdiği bir değer olmuştur. Osmanlılar kadar olmasa da Selçuklularda laleyi kullanmıştır. Örneğin Alaeddin Keykubat’ın sarayda lale motiflerini kullandığı bilinmektedir. Anadolu’da laleyi şiirlerinde kullanan ilk kişi ünlü düşünür Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) olmuştur. Bu şairin Divan’i ve Rubaileri’nde lale ile ilgili pek çok mısra bulunmaktadır. Rubailerden birkaç örnek aşağıda aktarılmıştır;

“Bir göz ki, bakışı o güle ve laleye donmuştur”
“Can, hep o lale bahçesinden söz açmaktadır”
“Ey lale gel de şen yanağımdan renk at”

Avrupalı yazarlar ilk dönemlerde laleyi tanımadıklarından, bu çiçeği bir çeşit zambak (Lilium) olarak kabul etmiş ve bu düşünüşe göre isimlendirme yapmışlardır. P. Belon “Lils rouges” (Kırmızı zambak), C. Clusius “Lilionarcissus” (Nergis zambağı), P. de Toumefort “Lis de Byzance” (Bizans zambağı), A. Toderini ise “Lys sar.guins” (Kan renkli zambak) ismini kullanmışlardır.

Lale hakkında bilgi veren ilk Avrupalı yazarlar, tarih sırasıyla, P. Belon, G. Busbecq ve A. Galland olmuştur. P. Belon bir Fransız hekimidir. 1546 yılında Yakındoğu ülkelerine bir araştırma gezisi yapmış ve bir sure İstanbul’da kalmıştır. Hatıratında laleyi “Lils rouges” (Kırmızı zambak) ismiyle anlatmakta ve birçok yabancının, çiçek soğanları almak için, gemilerle İstanbul’a geldiğini kaydetmektedir.

Lalenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi O. G. Busbecq’in İstanbul’dan Avrupa’ya götürdüğü bitkiler arasında lale soğanlarının da bulunduğu sanılmaktadır. Busbecq, hayatında ilk defa karşılaştığı, bir çiçeğin (lale) Edirne ile İstanbul arasındaki yolun kenarındaki tarlalarda yetiştirildiğini, 1554 ilkbaharında bu yoldan geçerken gördüğünü hatıratında kaydetmektedir. Aynı yoldan 1673 yılında geçen Fransız elçilik memuru A. Galland da 15 Mayıs 1673 Pazartesi günü Lüleburgaz civarında lale tarlaları gördüğünü hatıratında belirtmektedir:

“Bugün pek güzel geçti. Çünkü hava çok güzel olup Burgaz’a kadar yolda geniş lale ve şakayık tarlaları vardır…”

İstanbul’dan Avrupa’ya götürülen ilk Lale türlerinin hangileri olduğu tam olarak bilinmemektedir.

Lalenin Avrupa’da tanınması ve yayılmasında Fransız nebatatçısı Charles de l’Escluse (Latince: Carolus Clusius) (1526-1609)’un büyük katkısı olmuştur. Bu nebatat bilgini bütün Avrupa’yı dolaşmış; 1573-1576 yılları arasında Viyana Botanik Bahçesi direktörlüğünü yapmış ve bu sırada İstanbul’dan birçok soğanlı bitki elde etme olanağını bulmuştur. C. Clusius 1592 yılında Leiden (Hollanda)’in ünlü botanik bahçesi (Hortus Medicus)’nin direktörlüğüne tayin edilmiştir. 1601 yılında yayınladığı kitabında: soğanlı bitkiler ve bilhassa laleden bahsederken, bu tarihlerde İstanbul’da Cafe lale (Kefe lalesi) ve Cavala lale olmak üzere iki cins lale bulunduğunu belirtmektedir. Kefe (bugünkü ismi Feodosiya) Kırım’ın güneyinde olup XVI. ve XVII. yüzyıllarda bu bölgeden İstanbul’a gelen lale türüne “Kefe lalesi” dendiği Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de kayıtlıdır.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde İstanbul da boğaz çevresindeki evlerin bahçelerinde lale yetiştiriciliğinden bahseder. Haliç kıyısında, Kayıkhanedeki çayırlıklarda lalenin güzelliğinin adamı sarhoş ettiğinden bahseder. Kefeden gelen “Kefe” isimli lalenin bilindiğini söylemektedir. Sultan IV. Murat’ın 56 çok nadir lale yetiştirdiğini, hatta bunlardan bir kaçının o kadar nadirdi ki sadece birer adet olduğu belirtmektedir. Bu dönemde dikkat çekici bir şekilde çeşitlerin sayısı da artırıldı. Islah edilen lale çeşidi tescil edecek bir “Encumen-i danış-ı suhufe” adında bir meclis oluşturuldu. Bu kurum daha sonraları Avrupalı botanikçiler tarafından kendilerine uyarlandı.

Bugün Avrupa ülkelerinde lale için kullanılan Tulipe (Latince: Tulipa) kelimesinin aslı O. G. Busbecq’in hatıratına dayanmaktadır. O. G. Busbecq hatıratında Türklerin bu bitkiye “Tulipan” ismini verdiklerini yazmıştır. S. W. Murray bu ismin Türklerin başlarına sardıkları “Tülbent” ile ilgili olduğunu, O. G. Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlışlık sonucu ortaya çıktığını kaydetmektedir.

Lale, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, bilhassa XVI – XVIII. Yüzyıllar arasında, süs bitkisi ve süsleme motifi olarak çok büyük bir önem kazanmıştır. Sultan Üçüncü Ahmed (1673-1736)’in saltanatının son yıllarında, bu ilgi doruk noktasına çıkmış ve bu donem bazı tarihçiler tarafından “Lale Devri” olarak isimlendirilmişti.

Osmanlılar döneminde süs bitkisi olarak İstanbul’da ancak lale, sümbül ve zerrin gibi soğanlı bitkilerle karanfil, gül, menekşe ve şakayık bir değer taşıyordu. Önceleri, saray bahçeleri için, imparatorluğun değişik bölgelerinden getirilen yabani bitkiler kullanılıyordu. Lale, Kefe (Kırım’ın güneyinde)’den, sümbül ise Maraş, ve Halep civarından getirtiliyordu.

Çiçek Encümeni: Binlerce lale ve zerrin çeşidinin yetiştirilmesi, çiçekçilik ile ilgili meselelerin çoğalmasına sebep olmuş ve bu nedenle de uzmanlardan oluşan kurullar kurulmuştur. Sultan İbrahim (1615-1648)’in emriyle San Abdullah Efendi isimli bir zat “Ser şukufeciyan-i Hassa” (Qfekşibaşi) olarak gorevlendirilmiştir. Sultan Dördüncü Mehmed (1641-1692) devrinde de bir “Çiçek Encumen-i Danişi” {çiçek Akademisi) kurulmuş olduğunu biliyoruz.

Yeni elde edilen çeşitler “Ser şukufedyan-i Hassa” başkanlığında bir uzmanlar topluluğu (Çiçek Encümen-i Danışı) tarafından incelenir, getirilen çiçek hatasız ve mükemmel görülür ise isimlendirilir, ismi, özellikleri ve soğanın sahibi listeye kaydedilirdi.

Lale çeşitlerine verilen isimler genellikle Arapça veya Farsçadır. Bununla beraber Cücemoru, Sahipkıran, Narçiçeği, Pabuççu, Altın sarısı, İbrahim Bey Ah, Gülcübasi, Aşçimoru gibi adlarda verilmiştir.

Lâle Devri, Osmanlı Devleti’nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. Zevk ve sefâ devri olarak bilinir. Adını, o dönemde İstanbul’da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden alır.Bu dönem gerileme dönemine dahil olmaktadır.

Nedim, Lâle Devri’nin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini aşağıdaki unutulmaz mısralarla yapmıştır:

Bu sehri İstanbul kî, bî misl ü behâdir;
Bir sengine yekpare Acem mülki fedadir.
Bazari hüner madeni ilm ü ulemadir.

İnce ve hassas bir ruha sahip olan Sultan III. Ahmet, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaşanan Lâle Devri’nde sanata, edebiyata ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmişti. Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Câmii’de birer kütüphane, Ayasofya’da Bâb-ı Humâyun’un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan Sultan Üçüncü Ahmet Çeşmesi ve İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da Deryayi Sim adlı bir su bendi inşa ettirmiştir.

Bunlardan başka Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul’da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa’da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler yine bu dönemde yapılmıştır. Dönemin belki de en gözde eseri olan Sâdâbâd, maalesef günümüze kadar gelememiş, bize yıkıntıdan fazla bir şey kalmamıştır.

Halkın büyük bir kısmı zor durumdayken İstanbul’da bazı devlet büyüklerinin rahat bir yaşam sürdürmeleri, eğlenceye düşkünlükleri huzursuzluklara sebep oluyordu. Patrona Halil isimli bir hamam tellakı bu durumdan memnun olmayan halkı da yanına katarak isyan çıkardı. İsyan sonucu Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edildi ve yakınları öldürüldü. Padişah III. Ahmet tahttan indirildi ve yerine I. Mahmut getirildi. I. Mahmut’un tahta getirilme sonucunda lale devri kaldırılmıştır.